Parafili: Cinsel Sapkınlık
G. Akbaş
[PDF]
[HTML]
İçimdeki Müzik
L. Korkmaz
[PDF]
[HTML]
Edebiyat Çalışmaları ve Psikoloji
N. Korkut Naykı
[PDF]
[HTML]
Arada Kalmış İmgeler:
Ölüm, Fotoğraf ve Ölü-Doğan
Fotoğrafçılığı
P. Aytemiz
[PDF]
[HTML]
Madde Yanlılığı: Test Maddeleri
Yanıtlayıcılara Performanslarını
Göstermeleri için Eşit Şans
Sağlıyor Mu?
H. E. Suna
[PDF]
[HTML]
Kişilerarası Tarz, Kendilik Algısı,
Öfke ve Depresyon
N. Hisli Şahin
[PDF]
[HTML]
Öteki Birey: Şizofreni
Öteki Kafe: Mavi At
M. M. Yüksel
[PDF]
[HTML]
Günümüz edebiyat çalışmalarında psikolojinin yeri ve önemi,
birçok uzmana göre oldukça açıktır. Edebiyat üzerine düşünmenin
önemli bir boyutu insan üzerine düşünmekse, edebiyat
çalışmalarını psikolojiden tamamen bağımsız düşünmek mümkün
değildir. Edebiyat var olduğundan beri, hep insan üzerine kafa
yormuş, dil dediğimiz olgunun zengin ifade potansiyelini en iyi
şekilde kullanarak insan duygu, düşünce ve davranışlarını
anlatmaya, anlatırken de her zaman daha iyi anlamaya gayret
etmiştir. Psikolojinin gözü ile de benzer bir sonuca
ulaşılabilir. Psikolojinin bir bilim dalı olarak ortaya
çıkmasından çok önce bile, insan üzerine yürütülen düşüncelerde
edebiyat eserlerine hep gönderme yapılmış, insana özgü bazı
temel duygu, durum ve davranışlar, neredeyse tüm dünyaya mal
olmuş edebiyat karakterleriyle özdeşleşmiştir. Bu sebepledir ki,
aşk deyince hemen akla Shakespeare’in Romeo ve Juliet’i veya
kıskançlık deyince Othello’su gelir; suç ve vicdani hesaplaşma
deyince Dostoevsky’nin Raskolnikov’u, ölümüne hırs deyince
Moby-Dick’in Kaptan Ahab’ı, ihanet deyince Shakespeare’in
Macbeth’i, yalnızlık ve yabancılaşma deyince Kafka’nın bir sabah
uyandığında kendini bir böcek olarak bulan Gregor Samsa’sı ya da
Camus’nün Mersault’su ve daha nice edebi karakter hemen
hatırlanır. İnsan duygularını, davranışlarını ve zihinsel
süreçlerini bilimsel bir çerçeve içerisinde açıklamaya çalışan
psikolojinin doğuşunda da, özellikle Sigmund Freud’un düşünce ve
kuramlarını geliştirmesinde, edebiyatın önemli bir esin kaynağı
olduğu bilinir. Günümüzde bile psikoloji alanında uzmanlaşmış
kişilerin, zaman zaman edebiyat üzerine düşündüklerini ve
psikolojinin bazı kavram, olgu ve kuramlarını incelerken
edebiyattan örnekleri de akıllarına getirdiklerini söylemek pek
yanlış olmaz.
Tüm bunlar, edebiyat çalışmaları ile
psikoloji arasında oldukça sorunsuz bir ilişki varmış izlenimi
yaratabilir. Her iki disiplinin tamamen kendi penceresinden
bakıldığında, bu gerçekten de böyledir. Bir edebiyat
eleştirmeni, yaptığı çalışmalarda psikolojiye sistematik veya
sistematik olmayan şekillerde gönderme yapabilir, hatta yaptığı
incelemenin çerçevesini bir psikoloji kuramı üzerine
oturtabilir. Bu, edebiyat çalışmalarında oldukça yaygın bir
pratiktir. Bir psikolog içinse edebiyat, belki çoğu zaman ilgi
ve sempati duyduğu, belki de zaman zaman çalışmasının düşünsel
temellerini anlatırken gönderme yaptığı, ama aslında ona oldukça
uzak duran, gerçekliği ne kadar temsil ettiği şüpheli, yabancı
bir alandır. Diğer bir ifadeyle, bu iki disiplinin uzmanları
gerçek anlamda bir disiplinlerarası çalışma yapmak için bir
araya gelmediği sürece pek de bir sorun yoktur. Ancak böyle bir
ortak çalışmaya niyetlendiklerinde aslında bunun ne kadar zor
olduğunu ve her iki disiplinin yöntem, algı ve anlayış açısından
birbirine ne kadar uzak durduğunu hızlıca göreceklerdir. Daha
kabaca bir ifadeyle, bugün psikoloji denince bir edebiyatçının
aklına gelenle bir psikoloğun aklına gelen arasında ciddi
farklar vardır. Hatta bunun tersi de söylenebilir: Edebiyat
çalışmaları denince de bir psikologla bir edebiyatçının aklına
gelen kavram ve aktiviteler oldukça farklı olabilir. Tüm
bunlardan yola çıkarak, burada öncelikle edebiyat çalışmalarında
psikolojinin genelde ne anlama geldiği, nasıl kullanıldığı ve
edebiyatçıların psikolojiye çoğunlukla nasıl yaklaştığı
tartışılacaktır. İki disiplin arasındaki farklılık ve sorunları
kabaca ortaya koyacak bu incelemeyi takiben, bu farklılıklardan
her iki disiplin için de verimli olabilecek bir senteze gidilip
gidilemeyeceği tartışılacaktır.
Tarih boyunca süregelen
edebiyat çalışmaları ve eleştirel yaklaşımlar, ünlü edebiyat
profesörü M. H. Abrams’ın oluşturduğu, Şekil 1’de görülebilecek
şema üzerinden sınıflanabilir. Abrams’a göre, edebiyatın dört
temel öğesi, (1) eserin kendisi, (2) eserin evreni, yani eserde
yaratılan ve gerçeklikle yakın veya uzak ilişkisi olduğu
düşünülen dünya, (3) yazar ve (4) okurdur. Bu dört öğe hiçbir
zaman birbirinden tamamen bağımsız düşünülemez ve aralarında
önemli örtüşme ve etkileşimler vardır. Buna rağmen, Eski
Yunan’dan beri süregelen edebiyat çalışmaları, eksenlerini
değişik dönemlerde değişik öğelere kaydırmış ve daha güncel ve
geçerli kabul edilen edebiyat eleştirileri hep o eksende
yapılmıştır. Bu öğelerden psikolojinin konuları ile en ilişkili
görünenleri belki de “yazar” ve “okur”dur. Yazar odaklı edebiyat
çalışmalarının sıkça sorduğu sorular şöyle sıralanabilir:
Yazarlık nasıl bir olgudur? Yazarı yazmaya motive eden nedir?
Yazarın seçtiği konularla kendi yaşamı ve deneyimleri arasındaki
ilişki nedir? Eser, yazarın bilinciyle ilgili ne gibi ipuçları
barındırır? Yapıtta ortaya çıkan yazar kişiliğiyle gerçek
hayattaki kişilik arasında nasıl bir ilişki vardır? Yazarlıkta
ilham diye bir kavramdan bahsedilebilir mi? Yaratıcılık ne
demektir? Yaratma nasıl olur, hangi zihinsel süreç ve
aktiviteleri içerir? Yazarı diğer insanlardan zihinsel anlamda
ayıran bir özellik var mıdır, varsa nedir ve nasıl
açıklanabilir? Edebiyat tarihinde bu soruların kuramsal ve
felsefi düzlemde en çok tartışıldığı dönem, 18. yüzyılın
sonlarını ve 19. yüzyılın başlarını kapsayan Romantik dönemdir.
Özellikle İngiliz ve Alman Romantik şair ve düşünürler, yazarı
ve yaratma süreçlerini tanımlamaya çalışmış, bunlarla ilgili
metaforlar geliştirmiş, tüm bunları yaparken de yazara zaman
zaman yaratıcılıkla ilgili tanrısal özellikler atfetmekten
çekinmemişlerdir. Yazar odaklı sorular Romantik dönem sonrasında
da -daha az sıklıkla da olsa- sorulmaya devam etmiştir. Yirminci
yüzyılda felsefede fenomenolojik yaklaşımların ortaya çıkması
edebiyat çalışmalarını da etkilemiş ve yazar ve bilinç
kavramları üzerine yazılıp çizilmiştir. Hatta bu konulara sadece
edebiyat eleştirmenleri veya kuramcıları değil, aynı zamanda
edebi ürünleriyle tanınan Proust, Sartre gibi düşünürler de kafa
yormuştur. Tüm bu soruların psikoloji biliminin bilinç ve
zihinsel süreçler üzerine sorduğu sorularla ilişkisi açıktır.
Ancak buna rağmen, “edebiyat çalışmalarında psikoloji” denince
ilk akla gelen, yazar ve bilinci odaklı konular değildir. Bu
durumun bir sebebi, edebiyat çalışmalarında yazara, yazarın
bilincine ve yaratma sürecine dair tartışmaların çoğu zaman
soyut düzlemin ve felsefi söylemlerin dışına çıkamaması
olabilir. Ama belki bundan daha geçerli bir sebep, 20. yüzyılın
ortalarından itibaren edebiyat çalışmalarına damgasını vurmuş
olan formalist akımlardır. Bu akımlar, edebiyatı kendi içinde
daha tutarlı, daha nesnel ve “bilimsel” bir disiplin haline
getirmek amacıyla, edebiyat çalışmalarında en doğru yaklaşımın
öncelikle ve hatta sadece edebiyat yapıtının kendisine
odaklanmak olduğunu savunurlar. Formalistlere göre, edebiyat
eleştirmeninin elindeki en somut ve önemli inceleme malzemesi,
edebiyat metninin kendisidir. Bunun dışına çıkan, yani yazara
veya okuyucuya odaklanan her tür inceleme, öznel ve tutarsız
olmaya, yani bilimsellikten olabildiğince uzaklaşmaya mahkumdur.
Formalist akımların edebiyat çalışmaları disiplinine çok
büyük katkıları olmuştur fakat bir yandan da yukarıda bahsedilen
sonuçlar doğmuştur. Abrams’ın şemasına dönersek, buradaki okur
öğesi de benzer bir sebeple edebiyat çalışmalarında çoğunlukla
daha arka planda kalmıştır. Aslında yine 20 yüzyılda, biraz da
formalizme tepki olarak, okur odaklı kuramlar geliştirilmiş ve
bu yönde edebiyat eleştirisi de yapılmıştır. Okur odaklı
edebiyat çalışmaları, edebiyat metni ile okur arasındaki
ilişkiyi incelemeye çalışır. Okur, eserdeki anlama nasıl, hangi
bilişsel süreçlerden geçerek ulaşır? Metnin anlamı her okur için
aynı olabilir mi? Anlam üretmede okurun kişisel geçmişinin ve
içinde bulunduğu tarihsel, sosyal, kültürel ortamın nasıl bir
etkisi vardır? Metin algısının ne kadarı dilin yönlendirmesi, ne
kadarı okurun kendi yönelimleri ile ilişkilidir? Bu gibi
soruların psikoloji ile ilişkisi yine çok açıktır ve bu
konularda çalışan edebiyatçılar psikolojinin kuram ve
bulgularından zaman zaman yararlanırlar. Buna rağmen, yukarıda
yazar odaklı çalışmalara dair söylenilen, burada da
yinelenebilir. “Edebiyat çalışmalarında psikoloji” denince, en
öncelikle akla gelen, okur odaklı çalışmalar da değildir.
Edebiyat çalışmalarında psikolojinin en yaygın kullanımı,
Abrams’ın şemasında yazar ve okurdan sonra geriye kalan iki
öğeye, yani eserin kendisi ve özellikle de yarattığı evrene
odaklı çalışmalarda gözlemlenebilir. Bir edebiyat eleştirmeni
bir eseri inceler ya da yorumlarken, zaman zaman eserin
yarattığı evreni gerçek dünyanın iyi bir temsili ya da taklidi
olarak alır. Eserdeki karakter ve olayların kurgusal olduğu
fikrini bir süreliğine arka plana iterek, bu karakterlere gerçek
hayatta rastlanabilecek kişiler gibi yaklaşır ve onların duygu,
düşünce ve davranışlarını irdeler. Bu irdeleme pek çok düzlemde
yapılabilir ve psikoloji bunların en önemlilerindendir. Eserdeki
karakter neden böyle davranmıştır? Yaşadığı sorun ve
sıkıntıların çocukluğundaki deneyimleriyle herhangi bir ilişkisi
var mıdır? Karakterin davranışları, kurduğu ilişkiler,
kullandığı dil ve hatta gördüğü rüyalar, onun bilinçaltıyla
ilgili ne gibi ipuçları vermektedir? Örneğin, Shakespeare’in
Hamlet’i neden sürekli düşünür, geçmişle hesaplaşır ve delirme
noktasına gelir de, eline çok fırsat geçtiği halde bir türlü
babasının katili olan amcasından hesap soramaz, babasının öcünü
alamaz? Veya Moby-Dick’teki Kaptan Ahab neden bir balinanın
peşinden bu kadar koşar, onu ölümüne kovalar ve bunu tüm
yaşamının merkezi ve anlamı haline getirir? Böyle soru ve
irdelemeler, edebiyat çalışmalarında genelde çok kabul gören
yaklaşımlardır. Arkalarında yatan fikir ise, büyük edebiyat
eserlerinin aslında hayal ve kurgu ürünü olan bu
karakterlerinin, insana ve insan psikolojisine dair çok şey
söylediği, yani gerçek dünyadaki insanı anlamaya önemli katkılar
yapacağıdır. Bir edebiyatçı için çoğunlukla çok geçerli olacak
bu görüş, bir psikolog için tartışmaya açık olabilir. Çünkü
psikoloğun gözüyle, ne olursa olsun, irdelenen karakter ya da
durum gerçek değildir, bir kurgu ürünüdür ve bu sebeple böyle
bir incelemenin ne kadar geçerli ve değerli olduğu tartışılır.
Burada bir psikoloğun dikkatini çekebilecek başka bir sorun
da, edebiyatta bu tarz incelemelerin hemen her zaman Freud ve
sonrasındaki psikanalitik kuramlara gönderme yapmasıdır.
Örneğin, Şekil 2’deki, edebiyat öğrencileri için yazılmış ve
edebiyatta değişik eleştirel yaklaşımları anlatan “Texts and
Contexts” (1994) başlıklı kitaptan alınan çizim, edebiyat
çalışmalarında psikolojinin genelde nasıl algılandığını oldukça
net bir şekilde göstermektedir. Kitabın “Psikolojik Eleştiri”
başlıklı bölümünün girişinde sunulan bu çizimde ağırlıklı olarak
Freud’un kuramlarına gönderme yapılmakta, Jung ve Skinner ise
daha arka planda kalmaktadır. Eğer bu kitap biraz daha güncel ve
daha üst düzey öğrencilere hitap ediyor olsaydı, bu çizime
Jacques Lacan ve Julia Kristeva’nın kuramları da eklenmiş
olurdu. Ama yine edebiyat ve psikoloji denince akla gelen kuram
ve kavramların büyük çoğunluğu aslında psikanalize ait olurdu.
Bu örneğin de işaret ettiği gibi, edebiyat çalışmalarında
psikolojiye atfedilen önem, aslında çoğu zaman psikanalize
atfedilen önemdir. Bir edebiyat eleştirmeni, psikoloji ve
psikanalizin birbiri yerine kullanılamayacak kavramlar olduğunu
bildiği halde, bunları çoğu zaman, bir psikoloğa kıyasla,
birbirine çok daha yakın iki kavram veya çalışma alanı olarak
düşünebilmektedir.
Edebiyat ve psikolojideki yaklaşım
farklılıkları, Freud üzerinden de örneklenebilir. Her iki
disiplinde de Freud’un önemli bir yeri olduğu tartışılmaz fakat
edebiyat ve psikolojinin Freud’u algılayış şekilleri arasında
ciddi farklar vardır. Burada Freud’un çok yönlü bir kişilik
olması, kendi uzmanlık alanının yanında edebiyat ve sanat
üzerine de fikir yürütmüş ve yazılar yazmış olması önemli bir
etkendir. Modern psikoloji, Freud’un savlarının ne kadar doğru
ve yöntemlerinin ne kadar bilimsel olduğunu ciddi şekilde
tartışmaktadır. Buna rağmen, günümüz edebiyat çalışmalarında
Freud’un herhangi bir kuramı çerçevesinde bir eser incelemesi
yapmak, halen çok geçerliliği olan bir yaklaşım olabilir. Bu da
göstermektedir ki, sosyal bilimlerden çok beşeri bilimlerin
yöntemlerini benimseyen edebiyat çalışmaları disiplininde Freud,
bilim insanı kimliğiyle değil de, düşünür kimliğiyle -yani
felsefe ve beşeri bilimlere yakın duruşuyla- ön plandadır. Bu
durum, Freud’un edebiyat çevrelerinde çok iyi bilinen ve değer
verilen bazı kavramlarının, psikologlar tarafından pek
tanınmaması veya değerli görülmemesi sonucunu bile
doğurabilmektedir. Aynı şekilde, psikologların Freud’a ilişkin
önemsediği bazı kuram ve kavramlar da edebiyat çalışmalarında
aynı derin ilgiyi göremiyor olabilir.
Tüm bunlar,
edebiyat çalışmaları ve psikolojinin, karşılıklı ilgi ve
sempatilerine rağmen, aslında anlayış ve yöntem olarak
birbirlerine ne kadar uzak durduğunu ve bu uzaklaşmanın zaman
içerisinde daha da artmış olduğunu göstermektedir. Bu farklı
duruşlarından dolayı her iki disiplin de birbirini eleştirebilir
ve her iki pencereden yapılacak eleştirilerde önemli haklılık
payları olabileceğini söylemek pek de yanlış olmaz. Modern
psikolojinin gözüyle edebiyat çalışmaları, zaman zaman bilimsel
yöntemlerden çok uzak, edebiyat kisvesi altında her istediğini
istediği gibi söylüyor ya da yorumluyor görünebilir. Edebiyat
çalışmalarının modern psikolojideki gelişmeleri ve daha güncel
kuramları takip etmemiş ve bunları psikolojik edebiyat
eleştirisi denen alana entegre etmemiş olması da başka bir
eleştiri konusu olabilir. Fakat madalyonun öbür yüzünden
bakıldığında, edebiyat çalışmalarının da modern psikoloji
çalışmalarındaki yaygın eğilimlere bazı önemli eleştiriler
getirebileceği görülür. Modern psikoloji biliminin giderek artan
düzeyde ölçülebilir matematiksel ve istatistiksel özellikler
ediniyor olması, zaman zaman ölçümlere fazlaca sıkışıp insan
karmaşıklığını hak etmediği şekilde sayı ve figürlere indirgiyor
olması ve tüm bunları yaparken de insana dair düşünsel
temellerden fazlaca uzaklaşıyor olması, bir edebiyatçının
gözüyle getirilebilecek önemli eleştirilerdir.
Her iki
disiplinin birbirine yöneltebileceği bu eleştiriler oldukça
haklı ve kayda değerdir ve özellikle de bundan dolayı edebiyat
çalışmaları ve psikolojinin gerçek anlamda bir ortaklık ya da
yakın ilişki içerisinde çalışmayı başarabilmesi çok önemlidir.
Böyle ortak çalışmaları yürütmek, bu disiplinlerin farklı yöntem
ve yaklaşımları içerisinde ne kadar zor olsa da, uzun vadede her
iki disipline de önemli katkılar sağlayacaktır. Bu konuda umut
vadeden bir oluşum, edebiyat çalışmalarında son 10-15 yıldır
önemli gelişmeler göstermekte olan “ampirik edebiyat
çalışmaları” başlıklı alt alandır. Ampirik edebiyat çalışmaları,
ağırlıklı olarak modern anlatıbilim ve bilişsel bilimlerdeki
gelişmelerden beslenen ve özellikle okur odaklı edebiyat
çalışmalarına daha “bilimsel” ve objektif yaklaşımlar getirmeyi
hedefleyen disiplinlerarası bir alandır. Psikoloji bilimi ile de
işbirliğine çok açık olan bu alan, her tür metin-okur
ilişkisini, edebiyattaki klasik okur odaklı çalışmaların
bulgularından yola çıkarak, deneysel yöntemlerle ölçmeye ve
incelemeye çalışmaktadır. Bu alan giderek daha yaygın ve geçerli
hale geliyor olsa da, birçok edebiyat çevresinde hala şüphe ile
karşılanmaktadır. Böyle çalışmaların uzun vadede daha klasik
edebiyat çalışmalarını yutabileceği ve edebiyat eleştirisini
insan faktöründen uzaklaştırarak tamamen sayı ve ölçümlere
indirgeyebileceği gibi endişelerin haklı yanları mutlaka vardır.
Fakat bu çalışmalar doğru ve istenen şekilde, gerçek ve samimi
bir disiplinlerarası ortaklık içerisinde yapıldığında, bahsi
geçen tehlikeler asgariye indirilebilir. Böylece hem edebiyat
çalışmaları hem de psikoloji, kendi yöntem ve yaklaşımlarının
zaman zaman empoze ettiği radikallikleri törpüleyebilir.
Edebiyat çalışmaları, aslen beşeri bilimlerin yöntem ve
yaklaşımlarını benimsese de, incelemelerini daha nesnel ve
tutarlı temellere dayandırabilir. Benzer şekilde, psikoloji
bilimi de sayılara ve istatistiksel verilere fazlaca
kapıldığında, ana inceleme malzemesinin insan olduğunu ve bu
sebeple beşeri bilimlerin ürettiği düşünce ve yöntemlere zaman
zaman da olsa daha çok kafa yorması gerektiğini hatırlayabilir.
Böyle samimi bir işbirliğinin gerçekleşmesi ve zamanla daha
yaygın hale gelmesi, her iki disipline de uzun vadede önemli
kazanımlar getirecektir.
Kaynaklar
Abrams, M. H.
(1953). The mirror and the lamp: Romantic theory and the
critical tradition. New York: Oxford University Press.
Adams, H. (Ed.) (1971). Critical theory since Plato.
San Diego: Harcourt Brace Jovanovich.
International
Society for the Empirical Study of Literature (IGEL). 9
Kasım 2012, http://www.psych.ualberta.ca/IGEL/index.php
Lynn,
S. (1994). Texts and contexts: Writing about literature with
critical theory. New York: Harper Collins College
Publishers.
Bu yazı PiVOLKA'nın basılı sürümüyle aynıdır. Kaynak
göstermek için:
Korkut-Naykı, N. (2012). Edebiyat
çalışmaları ve psikoloji. PiVOLKA, 22(7), 9-11.